7.Sınıf 3.Ünite
www.dindefterim.com
www.dindefterim.com
AHLAKİ DAVRANIŞLAR
Güzel Ahlaki Davranışlar
ADALET
Adalet; herkese eşit davranmak, hakka ve hukuka uygun davranmak, ölçülü olmak demektir. Adaletin uygulandığı toplumlarda huzur ve güven ortamı oluşur. İnsanlar barış içinde yaşarlar. Haksızlıklar olduğu zaman ise kargaşa olur, huzur bozulur, dostluk ve kardeşlik ortamı zarar görür. Bu sebeple toplumun her kesiminde adalet titizlikle uygulanmalı, hukuka riayet edilmelidir. Anne babalar çocuklarına, öğretmenler öğrencilerine, yöneticiler emri altında çalışanlara adil davranmalıdırlar.
“Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği, yakınlara yardım etmeyi emreder…” (Nahl suresi, 90. ayet)
“Ey iman edenler! Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun…” (Nisa suresi, 135. ayet)
“…Eğer hükmedecek olursan aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah adil davrananları sever.” (Maide suresi, 42. ayet)
“Adil devlet başkanı ve idareciler, mahşer yerinde Allah’ın yüce lütfuna ve himayesine erecek olanların öncüleridir.” Hz. Muhammed (s.a.v.)
• Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinden varlıklı bir kadın bir suç işlemişti. Bazı kişiler kadının cezalandırılmaması için sahabeden Üsame bin Zeyd’i Peygamberimize aracı olarak gönderdiler. Peygamberimiz onların bu isteğine kızıp üzüldü ve şöyle buyurdu: “Nasıl oluyor da bazı kimseler Allah’ın emri karşısında aracı olmaya kalkışıyorlar. Sizden öncekilerin helak olmasının sebebi şudur: İçlerinden ileri gelenler suç işlerse göz yumulur, ceza verilmezdi. Kimsesiz, zayıf insanlar suç işlerse cezalandırılırdı. Allah’a yemin ederim ki kızım Fatıma dahi bu suçu işlese cezasını vermekte tereddüt etmezdim.”
DOSTLUK
Dostlar; iyi ve kötü günde birbirlerini yalnız bırakmayan, sevinçlerini ve üzüntülerini paylaşan, birbirlerini Allah rızası için ve karşılıksız seven kişilerdir. Dinimiz bizden dostça ve kardeşçe yaşamamızı ister. Dostluk ve kardeşliğin temeli ise sevgidir. Kur’an-ı Kerim’in Tevbe suresinin 71. ayetinde müminlerin birbirlerinin dostu olduğu, birbirlerine iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırdıkları belirtilir. Birbirlerine dargın olanların, birbirlerini sevmeyenlerin, kardeşliği zayıf kalmış olanların aralarının ise düzeltilmesini ister. “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin…” (Hucurat suresi, 10. ayet) Peygamber Efendimiz de insanların sevgi ve saygı çerçevesinde dostça ve kardeşçe yaşamalarını öğütlemiştir. Bununla ilgili olarak Birbirinizle ilgiyi kesmeyin, birbirini e sırt çevirmeyin, birbirinize kin tutmayın, haset etmeyin. Ey Allah’ın kulları kardeş olun! Bir Müslüman’ın üç günden fazla kardeşiyle küs kalması helal olmaz.” buyurmuştur. “Biriniz kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için de istemedikçe gerçek anlamda iman etmiş sayılmaz.” buyurarak dostumuzu kendimizden ayırt etmememiz gerektiğini vurgulamıştır.
DÜRÜSTLÜK
Doğru sözlü ve dürüst olmak, toplumsal huzurun ve mutluluğun gerçekleşmesi bakımından oldukça önemlidir. Çünkü her insan iş yaptığı, arkadaşlık kurduğu veya herhangi bir şekilde irtibata geçtiği kişilerin güvenilir olmalarını ister. Bu güven ortamı insanların, dolayısıyla toplumların daha mutlu olmalarını sağlar. Ancak birisi tarafından kandırılmak, aldatılmak, dolandırılmak insanı çok üzer. Bu durum hiç kimsenin hoşuna gitmez.
Yüce dinimiz İslam işlerimizde, sözlerimizde, kısacası hayatımızın her alanında dürüst ve güvenilir olmamızı ister. Bunun örneğini en iyi şekilde Peygamberimizin hayatında görmekteyiz. O (s.a.v.), dürüst ve güvenilir bir insan olduğu için “el-emin” olarak anılmış, şaka bile olsa yalan söylememiş, dürüstlükten, doğruluktan hiç ayrılmamıştır. Biz de O’nun yolundan gitmeli, doğruluktan ayrılmamalıyız. Çünkü doğruluk bize başta Allah’ın rızasını, sonra da insanların saygı ve sevgisini kazandırır.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. (Böyle davranırsanız) Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar…” (Ahzab suresi, 70. 71. ayetler)
“…Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir.” (İsra suresi, 34. ayet)
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hud suresi, 112. ayet)
“Doğruluk insanı iyiliğe, iyilik de cennete ulaştırır.” Hz. Muhammed (s.a.v.)
“Bizi aldatan bizden değildir.” Hz. Muhammed (s.a.v.)
ÖZ DENETİM
Öz denetim kişinin dışarıdan bir baskı olmaksızın, davranışlarını denetleyip sınırlaması, kendini kontrol edebilmesidir. İnsan, söz ve davranışlarından sorumlu bir varlıktır. Yüce Allah, Kur’an’da insanın sorumlu bir varlık olduğunu şöyle bildirmiştir: “İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” ((Kıyamet suresi, 36. ayet)
Hz. Peygamber Müslümanların her zaman Allah’a (c.c.) karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gerektiğini şöyle belirtmiştir: “Nerede olursan ol Allah’a karşı gelmekten sakın; yaptığın kötülüğün arkasından bir iyilik yap ki bu onu yok etsin. İnsanlara karşı güzel ahlakın gereğine göre davran.”
Her şeyi gören ve bilen Allah’a (c.c.) inanan insan, yaptıklarının bilindiğinin farkında olur. Bu bilinç inanan insanı, doğruluğa ve kontrollü bir hayata sevk eder. Her istediğini yapmaması gerektiğini bilir. Ahirette hesap vereceği düşüncesiyle Allah’ın (c.c.) kendisine yüklediği sorumluklara göre yaşamaya gayret eder.
Öz denetime sahip olan kişi nerede nasıl davranması gerektiğini bilir. Davranışlarını kontrol altında tutmak, şeytanın hile ve tuzaklarına karşı bilinçli olmak ve Müslümana yakışır bir öz denetim duygusuyla yaşamak her Müslümanın gayesidir. Aksi halde nefsinin her istediğini yapan ve Allah’ın (c.c.) emrettiği yoldan ayrılan kişi, nefsinin isteklerini Allah’ın (c.c.) isteklerinin önüne geçirmiş olur.
SABIR
İslam dininde müminlerin sabrederek Allah’tan (c.c.) yardım dilemeleri istenmiş ve bu konuda şöyle buyrulmuştur: “Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.” (Bakara suresi, 153. ayet)
Yaşanılan güçlükler karşısında sabırlı davranmak imanlı olmanın bir gereğidir. Zira Hz. Peygamber ve ilk Müslümanların Mekke dönemindeki en belirgin özelliği zorluklara ve baskılara sabretmeleri ve imanlarından taviz vermemeleriydi. Öyle ki Hz. Muhammed’e (s.a.v.) “İman nedir?” diye sorulduğunda “Sabırlı ve müsamahalı olmak.” diye buyurmuştur.
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) anne ve babası o küçükken vefat etmiştir. Çok sevdiği evlatlarının ölümünün acısını yaşamıştır. İslam’ı tebliğinde yaşadığı sıkıntılar nedeniyle doğup büyüdüğü Mekke’den Medine’ye göç etmiştir. Bütün bu sıkıntılara gösterdiği sabrıyla Hz. Peygamber Müslümanlara örnek olmuştur.
SAYGI
İslam dinine göre müminlerin özelliklerinden biri de Allah’a (c.c.) olan saygılarıdır.
““(O takva sahipleri ki) onlar, görmedikleri halde Rablerine candan saygı gösterirler…” (Enbiya suresi, 49. ayet)
Müslümanların Yüce Allah’a olan saygıları insanlara olan davranışlarına da yansır. Zira her canlının yaratıcısı ve yaşatıcısı Allah’tır (c.c.). O’na olan saygının göstergesi olarak O’nun yarattıklarına da saygı duyulması gerekir.
Güzel ahlakı ile örnek olan Hz. Peygamber saygın bir insanın nasıl olması gerektiği hususunda Müslümanlara yol göstermiştir. O her insana yaratılıştan hak ettiği saygıyı göstermiştir. Hz. Peygamber muhataplarına ismen seslenmiş, çocuklara selam vermiş, çocukların hatırlarını sormuş, yerine göre gençlerden izin istemiş, konuşanı can kulağıyla dinlemiştir. Onun bütün bu davranışları konumu ve cinsiyeti ne olursa olsun insana duyduğu saygının göstergesidir.
SEVGİ
Sevgi insanın manevi ihtiyacıdır. Yüce Allah yarattığı varlıkları sevdiği için yaratılıştan itibaren onların kalplerine sevgiyi yerleştirmiş, bu sayede huzur bulmalarını sağlamıştır. “…Huzur bulasınız diye… aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. (Rum suresi, 21. ayet) Bu sebeple sevgi insan için bir nimettir. Çünkü sevginin olduğu yerde barış olur, huzur olur, dostluk, kardeşlik, merhamet ve hoşgörü olur. Peygamber Efendimiz de konuyla ilgili olarak bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (gerçek anlamda) iman etmiş olmazsınız.”
SORUMLULUK
İslam dini, insanı sorumlu bir varlık olarak kabul etmiş ve davranışlarından sorumlu tutmuştur. Yüce Allah, toplumlara peygamber göndererek onlara sorumluluklar yüklediğini şöyle bildirmiştir: “Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.” (İsra suresi, 15. ayet)
İnsanın Allah’a (c.c.) karşı en önemli sorumluluğu kulluktur. Bu bilinçle yaşayan Müslüman, hayatındaki dinî, ahlaki, toplumsal, hukuki sorumluklarını da bilir ve üzerine düşen görevleri yerine getirir.
Hz. Muhammed (s.a.v.), Allah’a (c.c.) kulluk sorumluluğunu yerine getirmenin yanında peygamberlik vazifeleri konusunda da çok titiz davranmıştır. O bazen geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılmış, Allah’ı (c.c.) zikretmiş ve Allah’tan (c.c.) bağışlanma dilemiştir. Bir yandan Allah’ın (c.c.) kendisine verdiği risalet görevini en güzel şekilde yerine getirmiş diğer yandan da evindeki işleri diğer aile reisleri gibi kendisi görmüştür.
VATANSEVERLİK
Vatansever vatanını, milletini büyük bir tutkuyla seven, bu uğurda her türlü özveride bulunan kimseye denir.
İslam dini Müslümanları vatanını sevmeye ve korumaya teşvik etmiştir. Tehditlere karşı korunmasını ve mücadele edilmesini istemiştir. Hz. Peygamber “Bir gün ve bir gece nöbet tutmak, bir ay oruç tutup, geceleri namaz kılmaktan daha hayırlıdır. Şayet kişi nöbette ölürse yapmakta olduğu işin sevabı devam eder ve kabirdeki sorgu meleklerine karşı güven içinde olur.” buyurarak vatanı korumanın bir ibadet olduğunu vurgulamıştır.
İslam dininde şehitlik ve gazilik övülen mertebeler olmuştur. Şehit, Allah (c.c.) yolunda ve kutsal kabul edilen din, vatan, namus, mal, can uğruna öldürülendir. Gazi ise savaşa gidip büyük yararlılıklar gösteren ve sağ olarak dönen müminlere denir. Toplumda gazi ve şehitlere saygı duyulmuş ve hürmet gösterilmiştir.
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.” (Âl-i İmran suresi, 169-170. ayetler)
YARDIMSEVERLİK
Toplumda herkesin gelir düzeyi eşit değildir. Bu sebeple dinimiz zenginlerin fakirlere ve muhtaçlara yardım etmelerini emretmiştir. Örneğin zekat vermek farz, fitre vermek vacip, sadaka vermek ise sünnet olarak belirlenmiş ibadetlerdir.
“Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler var ya, onların mükafatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler.” (Bakara suresi, 274. ayet)
“Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkmayın…” (Bakara suresi, 267. ayet)
“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” (Al-i İmran suresi, 92.ayet)
Bilinçli ve duyarlı insanların fakirlere, muhtaçlara, kimsesizlere yardım etmeleri, hem yardım eden kişinin Allah’ın rızasını kazanmasına vesile olur, hem de toplumda birlik, beraberlik, kardeşlik ve dayanışma duygularının gelişmesine katkı sağlar. Bu da toplumun huzurunu ve mutluluğunu beraberinde getirir. Zaten insan dünya aleminden ahiret alemine göçerken malıyla mülküyle değil, sevaplarıyla göçecektir. Allah’ın huzurunda mal zenginliğinin hiçbir faydası olmayacaktır.
“Komşusu aç iken kendisi tok yatan bizden değildir.” Hz. Muhammed (s.a.v.)
“Cömert (kişi), Allah’a yakındır.” Hz. Muhammed (s.a.v.)
“Din kardeşinin ihtiyacını karşılayanın, Allah da ihtiyacını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir Müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyamet gününde ayıplarını örter.” Hz. Muhammed (s.a.v.)
“Hz. Peygamberin, kendisinden bir şey istenip de ona ‘hayır’ dediği hiç görülmemiştir.” Ashab-ı Kiram’dan Hz. Cabir (r.a.).
Hz. Salih (a.s.)
Salih aleyhisselam, Semûd kavmine gönderilen peygamberdir. Hazret-i Âdem’in on dokuzuncu batından torunudur.
Hûd aleyhisselamın peygamber olarak gönderildiği Ad kavmi, isyânları sebebiyle büyük bir azaba düşüp helâk olmuştu. Îmân ettikleri için bu azaptan kurtulan insanlar ise kendilerine yeni yurtlar kurmak üzere çeşitli bölgelere dağıldılar.
Bu dağılan insanlardan bir kısmı Semûd denilen kimsenin evlatlarıdır. Semûd kavmi, Şam ile Hicaz arasındaki Hicr denilen bölgede yerleşmişti. Bu sebeple “Eshâb-ül-Hicr” de denilen bu kavim, gün geçtikçe çoğalıp büyüdü. Dokuz kabîleden meydana geldi.
Çok çalışıp bağlar, bahçeler yetiştirdiler. Çöllerin kuru sıcağından kurtulup dağları oyarak tepelere saraylar, ovalara köşkler kurdular. Sanatta ve servette iyice ilerlediler. Ancak zevk ve safâya düşüp daha önce kendilerine Hûd aleyhisselam tarafından bildirilen hak dinden yavaş yavaş uzaklaşmaya başladılar. Kabîle reislerinin de zulme ve haksızlığa başlamaları üzerine gittikçe çözülen Semûd kavmi, nihâyet ağaçtan ve taştan putlar yapıp tapmaya başladılar. Saptıkları kötü yolda sürüklenerek tevhid esâsından, Allahü teâlâya îmân etmekten tamâmen uzaklaştılar. Câhil ve azgın bir kavim oldular.
Sâlih aleyhisselam bu kavim arasında herkesle iyi geçinen, fakirlere yardım eden, zayıfları koruyan ve üstün ahlâkıyla sevilen bir zâttı. Kırk yaşlarına geldiği sırada Allahü teâlâ onu Semûd kavmine peygamber olarak gönderdi. Sâlih aleyhisselam kavmini îmâna dâvet edip putlara tapmaktan, zulümden ve diğer bütün kötülüklerden uzak durmalarını ısrarla söyledi.
Kavmine; “Gerçekten ben size gönderilen güvenilir bir peygamberim. Artık Allah’tan korkun, bana itâat edin.” diyerek dâvetini açıkladı. Sâlih aleyhisselamın bu dâveti karşısında pek az kimse îmân etti. Kavmin çoğunluğu îmân etmemekte direndi. Servetlerine güvenen, zevk ve safâ içinde kendinden geçip zulme başvuran inkârcılar Sâlih aleyhisselama; “Sen de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin!” diyorlar, onu “büyülenmiş, yalancı” sayıyorlardı. Sâlih aleyhisselam ise kavmini îmâna dâvet etmeye devam ediyor ve şöyle diyordu: “Ey Semûd kavmi! Siz içinde bulunduğunuz bu güzel bağ ve bahçelerle, bu yemyeşil ekinler ve altın başaklarla, güzel hurmalarla ve çağlayan sularla berâber ebedî olarak burada kalacağınızı mı zannediyorsunuz? Bu evleri kim yaptı, şimdi kim oturuyor, hiç düşünüyor musunuz? Bu bağların ve bahçelerin ilk sâhipleri kimlerdi, şimdi kim oturuyor? Belki onlar da sizin gibi kendilerini burada ebedî kalacak zannediyorlardı. Fakat hepsi ölüp gittiler. Siz de gelip geçenler gibi öleceksiniz.
Bunlar size kalmayacak. Âhirette yaptıklarınızdan birer birer hesâba çekileceksiniz. Henüz fırsat eldeyken bana tâbi olun. Şunu iyi bilin ki, bugün sizi aldatıp Allah’a isyân ettirenler, ilâhî azaptan kendilerini de sizi de kurtaramayacaklardır. Çünkü onlar da sizin gibi âciz insanlardır.” Allahü teâlâ Semûd kavmine isyân ve taşkınlıktan vazgeçmeleri için kadınlarını kısır bıraktı. Ağaçlar kuruyup meyve vermedi. Semûdluların bir kuyu hâricindeki bütün suları kurudu. Sâlih aleyhisselama kin ve öfkeyle gelen Semûdlular: “Ey Sâlih! Aramıza fesâd karıştırdın. Mallarımıza, çoluk-çocuğumuza, bize zarar verdin. Buradan çekil git. Yoksa seni öldürürüz.” dediler. Sâlih aleyhisselam bir müddet onlardan ayrılıp tenhâ yerlere gitti. Bir müddet sonra tekrar dönüp Semûdluları îmâna dâvet etti.
Semûd kavmi Sâlih aleyhisselamdan mucize göstermesini istedi. Ancak mucizeleri gördükleri hâlde yine îmân etmediler. Yine bir gün Sâlih aleyhisselama gelip: “Eğer doğru söylüyorsan şu dağdaki sarp kayalardan kızıl tüylü ve doğurmak üzere olan bir dişi deve çıksın. O zaman sana îmân ederiz.” dediler. Bunu istemekten maksatları akıllara durgunluk verecek, insanları şaşırtacak bir iş isteyip, yapamamasını ve mahcup olmasını düşündüler. Sâlih aleyhisselam; “Allahü teâlâ her şeye kâdirdir.
Böyle bir mucize görürseniz, dağdan akan pınar suyunun bir gün deveye, bir gün size âit olmasına râzı mısınız?” dedi. Semûd kavmi böyle bir şey olamayacağını düşünerek; “Bu şartı da kabul ediyoruz.” dediler. Sâlih aleyhisselamın bu şarttan maksâdı; dağdan gelen pınar suyunun az olması ve azgın insanların sâhiplenmesi sebebiyle zor durumda kalan kimselere yardımcı olup, devenin hissesi olan suyu fakir ve zayıflara vermekti. Sâlih aleyhisselam onlara; “Benimle sözleştiğinizi unutmayın, şâyet deve çıkınca ona bir zarar verirseniz ve verdiğiniz sözlerde durmazsanız acı bir azâba uğrarsınız.” dedi. Semûd kavmi; “Sen deveyi çıkar, her istediğini kabul edeceğiz.
Aksine bir iş yaparsak azâbı da kabul ediyoruz.” dediler. Nihâyet devenin çıkmasını istedikleri dağın kayalıkları önünde toplanıp beklemeye başladılar. Sâlih aleyhisselam böyle bir mucize vermesi için Allahü teâlâya dua etti ve duası kabul oldu. Kaya yarılıp, arasından istedikleri gibi bir deve çıktı. Deve, iki yana dizilip hayret ve şaşkınlıktan donakalan Semûd kavmi arasından salına salına yürümeye başladı. Sonra da bir yavru doğurdu. Bu mucizeyi görenlerden bir kısmı îmân etti. Diğer bir kısmı ise menfaatlerinin ve zulümlerinin ortadan kalkacağını görerek bir türlü îmân etmediler. Sâlih aleyhisselam onlara sözlerinde durmalarını, aksi takdirde ağır bir azâba düşeceklerini söyledi. Fakat inad ve inkârdan vazgeçmediler. Suyun taksimi işi de kendilerine ağır gelip kendilerine göre çâreler aramaya başladılar.
Mucize olarak kayadan çıkan deve, yavrusuyla birlikte her tarafı dolaşıyor, su içme nöbeti olduğu gün de suyun başına gelip suyu tamâmen içiyordu. Su içmesi de ayrı bir mucize olup tonlarca su içiyor, su vücûdunda kayboluyordu. Suyu içip bitirince su çıkan yerde oturuyordu. Îmân edenler, ondan bir kabîleye yetecek kadar bol süt sağıyorlar, sütten içiyor ve yiyecekler yapıyorlardı. Böylece inananların îmânı kuvvetlenir, inkârcıların kinleri artardı. Bu mucize karşısında âciz kalan Semûd kavmi deveyi ödürmeyi plânlıyordu. Nitekim Sâlih aleyhisselamın nasîhat edip îmân etmeye çağırdığı bir sırada onlar su içmekte olan deveyi göstererek; “Güyâ şu deveyi öldürsek biz helâk olacakmışız! Onu öldürelim de gör!” dediler. Nihâyet çeşitli plânlar kurarak deveyi öldürdüler. Sonra da Sâlih aleyhisselama; “İşte deveyi öldürdük. Eğer söylediğin gibi bir peygambersen söylediğin azâbı getir.” dediler. Sâlih aleyhisselam bu azgın kavme şefkat ve merhâmetle nasîhat edip; “Ey kavmim! Nedir bu yaptığınız? Sizin için bir imtihan vesîlesi olan deveyi de öldürdünüz. İnkârda ve günahkârlıkta ısrar ettiniz. Buna rağmen tövbe kapısı açıktır. Neden azâbın gelmesini istiyorsunuz, tövbe ediniz!” dedi. Bu son dâvete de sert cevaplar veren Semûd kavmi Sâlih aleyhisselamı, âilesini ve îmân edenleri de öldürmeyi plânlamaya başladılar. Sâlih aleyhisselam bu azgın kavme şöyle dedi: “Yurdunuzda üç gün daha kalın, birinci gün yüzünüz sararacak, ikinci gün kızaracak, üçüncü gün siyahlaşacak, dördüncü gün ise üzerinize azâb gelerek sizi helâk edecektir!”
Sâlih aleyhisselamın söylediği bu günler gelip çattı. Bu sırada Semûd kavmi Sâlih aleyhisselamı ve inananları öldürme teşebbüsüne giriştiler. Onlar harekete geçmeden Cebrâil aleyhisselam gelip durumu Sâlih aleyhisselama bildirdi. Sâlih aleyhisselam da îmân edenlerle birlikte oradan uzaklaşıp gitti. Birinci günde bâzı acayib hâller zuhûr etti. Devenin bastığı yerlerden kan fışkırdığı, ağaçların yapraklarının kızardığı, kuyu suyunun kan renginde ve insanların yüzlerinin sapsarı olduğu görüldü. İkinci günde Semûdluların yüzleri kana boyanmış gibi kıpkırmızı oldu. Bu belirtileri gören Semûdlular azâbın geleceğine kanâat getirip feryât ettiler. Yüzlerinin siyahlaştığı üçüncü gün, evini sarıp hücum ettikleri Sâlih aleyhisselamın şehirden çıkıp gittiğini anladılar. O gün gece yarısından sonra sabaha karşı şiddetli bir sarsıntı ve dağlardan fışkıran ateş ile Semûd kavminin yurdu altüst oldu.
Sarsıntının şiddetinden hepsinin ödleri patladı. Hepsi helâk olup gittiler. Bundan sonra da yurtları hiç mâmur edilmedi. Sanki hiç insan yaşamamış bir yer hâlini aldı. Semûd kavmi helâk edildikten sonra Sâlih aleyhisselam îmân edenlerle birlikte gelip yerle bir edilen şehre ibretle bakarak; “Ey kavmim! Sizden hiçbir ücret istemeden, sizi sâdece Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet ettim ve bunu size tebliğ ettim. Bu duruma düşmeyesiniz diye size nice nasîhatlar yaptım. Fakat siz dinlemediniz. Sonra bu azâba uğradınız!” dedi.
Sâlih aleyhisselam kavminin helâkinden sonra kendisine îmân edenlerle birlikte Mekke’ye veya Şam taraflarına gitti. Remle kasabasına yerleşti. Hadramût tarafına gittiğine dâir rivâyetler de vardır. Kur’ân-ı Kerîm’in değişik âyet-i kerîmelerinde Sâlih aleyhisselamdan ve kavminden bahsedilmekte olup Semûd kavminin helâk edilişi meâlen şöyle bildirilmektedir:”Semûd kavmine gelince: Biz onlara doğru yolu gösterdik de onlar körlüğü (câhillik ve sapıklığı) hidâyete tercih ettiler. Bunun üzerine onları, kazandıkları (işledikleri) günâh yüzünden şiddetli azap yıldırımı yakalayıverdi. Îmân edip de azâbımızdan korkanları ise kurtardık.” (Fussilet sûresi: 17-18)