8.Sınıf 1.Ünite

www.dindefterim.com

KADER İNANCI

Kader ve Kaza İnancı

Kader ve Kaza

Sözlükte ölçü, miktar anlamlarına gelen kader, terim olarak Allah’ın evrende olacak olan her şeyi belli bir ölçü, düzen ve uyum içerisinde önceden programlamasına Kader denir.

Allah tarafından önceden planlanan bu olayların zamanı gelince programa uygun olarak gerçekleşmesine Kaza denir.

Örneğin; Bir insanın ne zaman doğacağının Allah tarafından önceden planlanması kader, zamanı gelince o kişinin doğması kazadır.

Allah’ın (c.c.) her şeyi bir ölçüye göre yaratması: Allah kainatta yer alan her şeyi bir plan, ölçü ve uyum içerisinde yaratmıştır. Bu ölçülü yaratılışın örneklerini hayatımızın ve yaşadığımız kainatın her alanında görmek mümkündür. Bu yaratılışta hiçbir düzensizlik ve dengesizlik görülmez. Dengeyi bozan insanlardır.


Evrendeki Ölçü, Düzen ve Dengeye Örnekler:

• Canlıların yaşamak için oksijen tüketmesi, bunun sonucunda karbondioksit açığa çıkarması, bitkilerin bu karbondioksiti kullanıp oksijen üretmesi.
• Denizlerdeki tuz oranının, deniz canlıları için uygun ve dengeli bir seviyede olması.
• Dünya ile güneş arasındaki mesafenin, dünyadaki canlıların yaşayabilmesi için en ideal uzaklıkta olması.
• Gezegenlerin ve yıldızların aralarındaki mesafenin, evrendeki dengeyi ve düzeni bozmayacak şekilde olması.
• Yağmurun belli bir ölçüye göre yağması.
• Gece ve gündüzün oluşması
• Ayın hareketleri sonucu gelgit olayının oluşması
• Ay’ın dünyaya olan uzaklığı
• Atmosfer tabakasının kalınlığı
• Dünyanın kendi etrafındaki dönüş hızı
• Canlıların solunum sırasında dışarıya verdikleri karbondioksiti bitkilerin fotosentez için kullanması ve bu fotosentez sonucunda oluşan oksijeni canlıların solunum için kullanması

Evrendeki Ölçü, Düzen ve Dengeye Kur’an’dan Örnekler:

“Gerçekten biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer suresi, 49. ayet)

“Güneş ve ay bir hesaba göre (hareket etmekte)dir. Yıldızlar ve ağaçlar (Allah’a) secde ederler. Göğü Allah yükseltti ve dengeyi o koydu. Sakın dengeyi bozmayın.” (Rahman suresi, 5.-8. ayetler)

“Her şeyi yaratmış, ona bir ölçü, biçim ve düzen vermiştir.” (Furkan suresi, 2. ayet)

“Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı yaratan odur. Her biri bir yörüngede hareket etmektedir.” (Enbiya suresi, 33. ayet)

“Gökleri yedi kat yaratan odur. Rahman’ın yaratmasında bir düzensizlik göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görüyor musun?”(Mülk suresi, 3. ayet)

“Gökten bir ölçüye göre suyu indiren odur. Biz onunla (kupkuru), ölü bir memlekete hayat veririz…” (Zuhruf suresi, 11. ayet)

“O (Rabb) ki seni yarattı. Sana düzgün ve ölçülü bir biçim verdi.” (İnfitâr suresi, 7. ayet)

“Biz gökten belli bir ölçüye göre suyu indirdik de (faydalanmanız için) onu yeryüzünde tuttuk…” (Mü’minun suresi, 18. ayet)

“Güneş de yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, üstün ve bilen Allah’ın kanunudur.” (Yâsin suresi, 38. ayet)

“…Onun katında her şey bir ölçü (miktar) iledir.” (Rad suresi, 8. ayet)


Evrendeki Yasalar

Fiziksel yasalar :

Madde ve enerjinin oluşumu, değişimi, yapısı, hareketi ve maddeler arası ilişkiler ile ilgili prensiplerdir. Fiziksel yasalar deneye, gözleme ve araştırmaya dayalı olduğu için evrensel ve değişmez bir niteliğe sahiptir.

Fiziksel Yasalara Örnekler:

» Suyun kaldırma kuvveti
» Yer çekimi kanunu
» Gök cisimlerinin hareketleri
» Doğa olaylarının (yağmur, kar, rüzgar, deprem vb) oluşması
» Suyun 100 derecede kaynaması
» Gece ve gündüzün oluşması
» Gök cisimlerinin birbirine olan mesafesi
» Gök cisimlerinin yörüngelerinin olması

”Onlara bir delil de gecedir ki biz ondan gündüzü sıyırıp çekeriz de birden karanlığa gömülürler. Güneş de (bir delildir onlara) akar gider yörüngesinde. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın yaratmasıdır…” (Yasin suresi, 37, 40. ayetler)

”Onun varlığının delillerinden biri de denizde dağlar gibi yüzen gemilerdir.” (Şûrâ suresi, 32. ayet)

”Güneş ve Ay belirli bir hesaba göre hareket etmektedir.” (Rahman suresi, 5. ayet)

Biyolojik yasalar:

Canlıların yapısı, beslenmesi, korunması, gelişmesi ve üremesiyle ilgili yasalardır. Allah, canlıların yaratılışını ve yaşamlarını biyolojik yasalara bağlamıştır.

Biyolojik Yasalara Örnekler:

» Etle beslenen hayvanların çene yapılarının otla beslenenlerden farklı olması

» Develerin çöl iklimine uygun yaratılması

» Kuşların uçmak için kanatlarının olması

» Kutup ayılarının kalın kürklerinin olması

» Hayvanların bir kısmının yumurtlama, bir kısmının da doğum yoluyla üremesi

» Bitki tozlarının rüzgarlar sayesinde taşınması ve bu sayede bitkilerin birbirini aşılaması

» Balıkların suda solunum yapabilmek için solungaçlarının olması

» Bazı hayvanların hava ısınıncaya kadar kış uykusuna yatması

» Vücudumuzdaki sindirim ve boşaltım sistemi

“(Ey insanlar!) Biz sizi basit bir sudan yaratmadık mı? İşte o suyu, belli bir süreye kadar sağlam bir yere yerleştirdik, sonra da ona ölçülü bir biçim verdik…” (Mürselât suresi, 20, 23. ayetler)

“O, insanı alaktan (embriyodan) yarattı.” (Alak suresi, 2. ayet)

“Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karın üstünde sürünür, kimi de iki ayağı üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır.” (Nur suresi, 45. ayet)

Toplumsal yasalar:

Toplumsal olaylar arasında var olan sebep-sonuç ilişkisini gösteren yasalardır. Toplumsal yasalar ayrıca insanlar arasındaki ilişkileri ve etkileşimi ele alır. Allahü Teala toplumsal yasalardan Kur’an’da “sünnetullah” diye bahsetmiştir. Toplumsal yasaları bilmek ve bu yasalar doğrultusunda hareket etmek, insanların birbiriyle uyum içerisinde yaşamalarını sağlar. Bu da huzur ve güven ortamını beraberinde getirir.

Toplumsal Yasalara Örnekler:

» Sanayileşmenin artması ve tarımsal üretimin azalmasıyla köyden kente göçün hızlanması

» Eşitliğin olmadığı toplumlarda karmaşa yaşanması

» Gelir dağılımının adil olmadığı toplumlarda huzur ve barış ortamının bozulması

» Kuraklık sonucu göçlerin yaşanması

» Bireylerinin iyi bir eğitim aldığı toplumlarda huzur ve güven ortamının olması

“…Sen Allah’ın yasasında (sünnetullah’ta) hiçbir değişiklik bulamazsın…” (Fatır suresi, 43. ayet)

“Her toplumun (belirli) bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde onu ne bir an erteleyebilirler ve ne de bir an öne alabilirler.” (A’raf suresi, 34. ayet)

“Onlar yeryüzünde gezip kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakmazlar mı?…” (Fatır suresi, 44. ayet)


İnsanın İradesi ve Kader

Cüz’î İrade:

Allah tarafından insana verilen sınırlı seçme özgürlüğüne cüz’i irade denir. İnsan akıl sahibi olduğu için düşünce, söz ve davranışlarında özgürdür. İyi ile kötü, doğru ile yanlış arasında tercih yapabilir.

Allah insanlara kutsal kitaplar ve peygamberler göndererek iyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı bildirmiş, ancak seçme-tercih etme konusunda insanı özgür bırakmıştır. İnsan akıl ve irade sahibi bir varlık olarak bu yaptığı seçimlerden Allah katında sorumludur. Örneğin insan alkollü bir şekilde trafiğe çıkıp kaza yaparsa bu yaptığı tercihten Allah katında sorumludur. Bu kaderdir diyerek sorumluluktan kurtulamaz.

”Ona iki yolu (iyiyi ve kötüyü) gösterdik.” (Beled suresi, 10. ayet).

”Kim doğru yolu seçerse bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur, kim de doğruluktan saparsa kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üstlenmez. Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz.” (İsrâ suresi, 15. ayet)

”Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör.” (İnsan suresi, 3. ayet)

”De ki: Hak Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin…” (Kehf suresi, 29. ayet)

➤ İnsanın tercih edebildiği ve bunun sonucunda sorumlu olduğu durumlar vardır. Örneğin; çalışmak, üretmek, hayırlı işler yapmak, güler yüzlü olmak, ibadet etmek veya bunların tersi…

➤ İnsanın tercih hakkı bulunmayan ve dolayısıyla sorumlu olmadığı durumlar ise şöyle örneklendirilebilir; anne-babasının kim olacağı, hangi milletten olacağı, ne zaman doğacağı, ne zaman öleceği, cinsiyetinin ne olacağı, göz renginin ne olacağı…

Küllî İrade:

Allahü Teala’nın sınırsız dileme gücüdür. Allah’ın küllî iradesi her şeyi kuşatmıştır. O, bir şeyin olmasını dilediği zaman ona “ol” der, o da oluverir.

İnsanın Özgürlüğü ve Sorumluluğu:

• Bir insanın yaptığı davranışlardan, söylediği sözlerden Allah katında sorumlu olabilmesinin şartı akıl ve irade sahibi olmasıdır. Deliler ve çocuklar eylemlerinden sorumlu değildir.”Aklı olmayanın dini de yoktur” (hadis-i şerif)
• İnsanın sorumluluğu ise gücü ile sınırlıdır.”Allah hiç kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez.” (Bakara suresi, 286. ayet)
• Allah insana peygamberler ve ilahi kitaplar aracılığıyla kılavuzluk yapmış ancak onu din seçiminde özgür bırakmıştır.

“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara suresi, 256. ayet)

“Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör.” (İnsan suresi, 3. ayet)


Kaderle İlgili Kavramlar

Ecel ve Ömür: Her canlının sahip olduğu yaşam süresine ömür denir. Ömrün bittiği zamana da ecel denir. Hayat ve ölüm Allah’ın takdirindedir ve O’nun belirlediği ilahî düzen içerisinde sürüp gider.

“Allah’ın izni olmadan hiçbir kişi ölmez. (Ölüm) belirli bir süreye kadar ertelenmiştir.” (Al-i İmran suresi, 145. ayet)

Bütün varlıklarda olduğu gibi insan ömrü de bir gün sona erecektir. Ömür bitince ecel gelir ve ölüm olayı gerçekleşir, kişi Rabb’ine döner.

“Her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.” (Ankebut suresi, 57. ayet)

Hayır ve Şer: Hayır kelimesi “iyi ve faydalı iş”, şer kelimesi ise “kötü iş” anlamındadır. Hayır ve şer işlemek insanın kendi elindedir. Allah bu fiilleri insanın isteği doğrultusunda yaratır. Ancak hayrı talep etmenin karşılığı olarak ödül, şerri talep etmenin karşılığı olarak da ceza vereceğini bildirmiştir. Bu sebeple insanın hayra yönelmesi, şerden uzak durması gerekir.

Afet: Allah’ın koymuş olduğu fiziksel yasalar sonucu oluşan yıkımlardır. Afetler yeryüzünün kaderidir. Bu yüzden yeryüzünde bazen afetler meydana gelebilir. İnsana düşen görev ise doğanın dengesini bozacak davranışlardan uzak durmak, çevreyi korumak, afetlerle mücadele yolları geliştirmektir.

Sağlık ve Hastalık: Hastalık Allah’tandır. Ancak Allah her hastalığın çaresini yaratmıştır. İnsana düşen sorumluluk bu çareleri aramak ve tedavi olmaktır. Ayrıca hastalıktan korunmak için gereken tedbirleri de almalı, sağlık kurallarına uymalıdır.

Rızık: Allah’ın bütün canlılara verdiği maddi ve manevi nimetlere rızık denir. Allah yeryüzünün ve hatta evrenin nimetlerini insanın emrine vermiş, herkesin rızkını yaratmıştır. Ancak bu nimetlere ve rızkımıza ulaşmak için çalışıp çabalamamız gerekmektedir. Peygamberler de her biri birer meslek edinmiş, rızkını temin etmek için çalışıp emek harcamışlardır.

Başarı ve Başarısızlık: Başarı kendiliğinden gelen bir şey değildir. Allah Kur’an’da “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm suresi, 39. ayet) buyurmaktadır. İnsan başarılı olmak için çalışıp çabalamalıdır. Kur’an insana bu konuda rehberlik yapmış, başarının ve başarısızlığın sebeplerini açıklamıştır. İnsan başarısızlığa düşüyorsa, onu bu duruma iten faktörleri bulmalı ve bunları olumlu duruma çevirmelidir. Gerçek başarı ise Allah’ın rızasını kazanmaktır.

Tevekkül: İnsanın bir işte başarıya ulaşabilmek için elinden gelen bütün gayreti gösterdikten sonra işin sonucunu, yani başarıyı Allah’tan beklemesidir. Müslüman Allah’a güvenmeli, O’na tevekkül etmelidir. Ama önce gereken bütün hazırlıkları yapmalı, elinden gelen gayreti göstermelidi


Hz. Musa (a.s.)

Hz. Musa (a.s.) İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden olup Peygamberler içinde üstünlükleri olan ve kendilerine “ulü’l-azm” denilen altı peygamberin üçüncüsüdür. Allahü teâlâ ile konuştuğu için “Kelîmullah” denilmiştir. Benî İsrail’e gelmiştir. Yakub aleyhisselamın soyundandır. Harun aleyhisselamın kardeşidir. Babasının ismi İmrân’dır. Annesinin ismi Nüceyb veya Nâciye veya Yuhâbil’dir.

Hazret-i Yusuf’tan sonra İsrailoğulları Mısır’da iyice artıp çoğaldı. Bunlar hazret-i Yakub ve hazret-i Yusuf’un bildirdikleri dîne inanıyorlar ve emirlerini yerine getiriyorlardı. Mısır’ın eski yerlisi Kıbtî kavmiyse yıldızlara ve putlara taparlardı. Bunlar İsrailoğullarına hakâret gözüyle bakar, başlarında bulunan firavunlar onları esir gibi ağır işlerde kullanırlardı. Onların çoğalmasından endişe ederlerdi. Benî İsrail, Kıbtî kavminin kötü muâmelelerinden ve firavunların ağır tekliflerinden bezmiş, usanmışlardı. Bu bakımdan dedelerinin eski yurtları olan Ken’ân diyârına (İsrail-Filistin-Lübnan) gitmek isterlerdi. Fakat firavunlar onların Mısır’dan çıkmasına izin vermeyip eziyetlerini artırırlardı.

Mısır’ın idâresini elinde bulunduran ve firavun denilen krallar, kendilerine mezar olarak dağ gibi piramitler yaptırıyorlar ve bu piramitlerin yapımında binlerce insanı zorla çalıştırıyorlardı. Allahü teâlâyı inkâr edip ilâhlık dâvâsında bulunuyorlardı. Bu zamanda falcılık, sihirbâzlık meslek hâline getirilmiş ve ülkenin her tarafında kâhinler, sihirbâzlar türemişti. Bu sırada Mısır halkının başında bulunan Firavun bir gece rüyâsında Kudüs tarafından çıkan bir ateşin Mısır’ın yerli halkı Kıbtîleri yaktığını, İsrailoğullarına ise hiç zarar vermediğini gördü. Bu rüyâyı yorumlayan kâhinler “İsrailoğullarından bir erkek çocuk dünyâya gelecek, senin saltanatını yıkacak ve sen helâk olacaksın.” dediler. Bunun üzerine Firavun on iki kabîle hâlinde olan ve her bir kabîlenin başında bir idârecisi bulunan İsrailoğullarının birleşmesinden de iyice endişelendi. İsrailoğullarından doğacak erkek çocukların öldürülmeleri için kânun çıkardı. Bu hâdise karşısında İsrailoğullarının sıkıntıları iyice arttı. Firavun’un emrine karşı gelenler topluca öldürülmeye başlandı. Bu sırada doğan Musa aleyhisselamın annesi onun da öldürülmesinden korkmuş ve çok endişelenmişti. Kur’an-ı Kerîm’de onun kalbine meâlen şöyle ilhâm edildiği bildirilmektedir:“Musa’nın annesine şöyle ilhâm ettik: Bu çocuğu (Musa’yı) emzir; sonra öldürülmesinden korktuğun zaman onu suya (Nil Nehrine) bırakıver, boğulmasından korkma, ayrılmasından kederlenme. Çünkü biz, muhakkak onu sana geri vereceğiz ve kendisini peygamberlerden yapacağız.” (Kasas sûresi: 7)

Musa aleyhisselamın annesi onu bir sandığın içine koyup Nil Nehrine bıraktı. Nehir üzerinde akıp giderken akıntı onu Firavun’un sarayına doğru sürükledi. Firavun’un hanımı Âsiye sandığı görerek yakalayıp saraya götürdü. Sandığı açıp içinde nûr topu gibi bir çocuk görünce onu candan sevip; “Aman bunu öldürmeyiniz. Belki büyür de işimize yarar, yâhut onu oğul ediniriz…” dedi. Onu emzirmek için pek çok süt analar getirtti. Musa aleyhisselam hiç birinin memesini almadı. Musa aleyhisselamın annesi, çocuğunun Firavun’un sarayına alındığını ve süt annesi arandığını öğrendi. Süt annesi olabileceğini söylemesi için kızını yâni hazret-i Musa’nın kardeşini gönderdi. Kardeşi saraya gidip; “Size bu çocuğu emzirecek, onu güzel yetiştirecek bir hanımı haber vereyim mi?” dedi. Bunun üzerine Musa aleyhisselamın annesini getirttiler. Musa aleyhisselam onun memesini aldı ve bunun üzerine Firavun’un hanımı Âsiye onu süt anneliğine kabûl etti. Böylece kimsenin haberi olmaksızın kendi oğlunu Firavun’un sarayında emzirip büyüttü.

Musa aleyhisselam Firavun’un sarayında büyüdükten sonra sarayı terkedip akrabâsının ve büyük kardeşi Harun’un yanına gitti. Bir gün gördü ki; İsrailoğullarından biriyle bir Kıbtî kavga ediyor. Hazret-i Musa aralarına girip ayırmak için Kıbtîyi itip hafifçe göğsüne vurdu. Kıbtî yere düşüp öldü. Hazret-i Musa elinden böyle bir kazâ çıkmasına üzüldü. Firavun’un şerrinden çekinip Mısır’dan ayrılarak Medyen’e gitti. Orada peygamber olan Şuayb aleyhisselamla buluşup on sene Medyen’de kaldı ve Şuayb aleyhisselamın kızıyla evlendi. Daha sonra Mısır’a gitmek üzere Medyen’den ayrıldı. Tur Dağına geldiği sırada mekânsız olarak Allahü teâlâ ile konuştu. Kendisine ve kardeşi Harun aleyhisselama peygamberlik verildi. Elindeki asânın yılan olması mucizesi ve elini koynuna sokup çıkarınca bembeyaz olup ışık yayması mucizeleri verildi. Sonra da Kur’ân-ı kerîm’de meâlen şöyle vahyedildiği bildirilmektedir:“Bu iki mucize Firavun ve adamlarına karşı Rabbinin iki delîlidir. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir millettir. Firavun’a git, doğrusu o azmıştır.” (Kasas sûresi: 32-33)

Hazret-i Musa Mısır’a varıp kardeşi Harun aleyhisselam ile görüşüp durumu anlattı. Firavun’a gidip onu dîne dâvet ettiler. İsrailoğullarını serbest bırakmasını istediler. Firavun ilâhlık dâvâsında bulunarak kabûl etmedi. Bunun üzerine Musa aleyhisselam elindeki asâsını yere bıraktı. Kocaman bir ejderhâ olup hareket etmeye başladı. Elini koynuna sokup çıkardı, eli bembeyaz göründü. Bu mucize karşısında şaşırıp kalan Firavun, durumu vezirlerine anlatınca “o sihirbâzdır” dediler. Hazret-i Musa; “Size gelen gerçeğe dil mi uzatıyorsunuz? Bu sihir değildir. Bu, her şeyin yaratıcısı olan Allahü teâlânın verdiği bir mucizesidir.” diyerek onları îmâna çağırdı. Firavun ve adamları hazret-i Musa’nın sözlerini dinlemediler. Gösterdiği mucizelere inanmayıp sihirdir diye ısrâr ettiler. Firavun; “Ey Musa! Sihirbâzlığın ile bizi yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin? Biz de sana sihir göstereceğiz. Bir vakit ve yer tâyin et.” diyerek ülkesindeki bütün sihirbâzları topladı. Musa aleyhisselam Allahü teâlâya dua ederek sihirbazlarla karşılaşmayı kabûl etti. Mısır halkı önünde sihirbazlarla karşı karşıya geldiler. Sihirbazlar ellerindeki ip ve sopaları yere attılar ve göz bağcılık ile bir takım yılanlar geziyor gibi gösterdiler. Bu sırada Musa aleyhisselam elindeki asâsını yere bırakıverdi. Mucize olarak dehşetli ve çevik bir ejderhâ olup sihirbazların yere attıkları ve yılan gibi gösterdikleri şeyleri yuttu. Bunu gören sihirbazlar; “Bu mutlaka insan gücünün dışında bir mucizedir.” dediler ve hazret-i Musa’ya îmân ettiler. Bu hâdise karşısında Firavun iyice azgınlaşıp zulmünü arttırdı. Musa aleyhisselama inananları şehit ettirdi. Hazret-i Musa’ya îmân etmiş olan kendi hanımı Âsiye’yi de şehit etti.

Firavun ve kavmi küfürde ve imansızlıkta ısrâr edince Allahü teâlâ onlara çeşitli belâlar verdi. Önce şiddetli bir kuraklık oldu ve çetin bir kıtlığa tutuldular. Sonra su baskını, çekirge, haşarât ve kurbağa istilâsına uğradılar. Başlarına belâ geldikçe hazret-i Musa’ya gidip belânın kaldırılmasını ve îmân edeceklerini söylediler. Fakat belâ kalkınca azgınlıklarına devâm ederek îmân etmediler. Tekrar belâlar başlarına geldi. Buna rağmen îmân etmediler. Firavun ve kavmine gönderilen bu belâlar Kur’ân-ı kerîm’in A’raf sûresinde bildirilmektedir. Firavun ve kavmi, Musa aleyhisselamın gösterdiği mucizeler karşısında İsrailoğullarının Mısır’dan gitmelerine izin verdi. Musa aleyhisselam bir vakit tâyin ederek bir gece vakti bütün İsrailoğullarını toplayıp Mısır’dan çıktı. Bunun üzerine Firavun izin verdiğine pişmân oldu. Derhâl askerini toplayıp peşlerine düştü ve sabaha doğru onlara Kızıldeniz kenarında yetişti. Önlerinde denizi, arkalarında düşmanı gören İsrailoğulları endişeye kapıldılar. Bu sırada Allahü teâlâ Musa aleyhisselama meâlen: “Asân ile denize vur.” (Şuarâ sûresi: 63) diye vahyetti. Hazret-i Musa bu emir üzerine asâsını denize vurdu. Deniz hemen ikiye ayrıldı. Her bir tarafı yüksek bir dağ gibiydi. Önlerine çok geniş ve kupkuru on iki tâne yol açıldı. On iki sülâle olan İsrailoğulları bu yollardan yürüyüp karşıya geçtiler. Firavun, askerleriyle birlikte peşlerine düşüp denizde açılan yola dalınca açılan yol kapanıp sular kavuştu. Firavun, askerleriyle birlikte boğuldu. Firavun boğulmak üzere iken “inandım” demişse de onun korkuya kapılarak söylediği bu sözü kabul olunmadı. Bu hususta Kur’ân-ı kerîm’de meâlen şöyle buyrulmaktadır:“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla arkalarına düştüler. Firavun boğulacağı anda, “İsrailoğullarının îmân ettiğinden (Allah’tan) başka bir ilâh olmadığına inandım, artık ben de Müslümanlardanım.” dedi.” (Yunus sûresi: 90) Ancak Allahü teâlâ Firavun’un îmânını kabul etmedi ve ona Cebrâil aleyhisselam vâsıtasıyla şöyle hitap buyurdu:“Şimdi mi inandın, daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin.” (Yunus sûresi: 91) “Biz de bugün seni cansız bedeninle denizden yüksek bir yere atacağız ki arkadan geleceklere bir ibret olasın. Bununla berâber doğrusu insanlardan birçok kimseler âyetlerimizden (ibret verici mucizelerimizden) gâfildirler.” (Yunus sûresi: 92) Tefsîr âlimlerinden Zemahşerî bu âyeti şöyle tefsir etmiştir: “… Seni deniz kenarında bir köşeye atacağız… Cesedini tam, noksansız ve bozulmamış hâlde çıplak ve elbisesiz olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olmak üzere koruyacağız.”

Firavun’un cesedi bir İngiliz araştırma ekibi tarafından Kızıldeniz kenârında kumlar arasında bulunarak İngiltere’ye götürülmüştür. Hâdisenin olduğu zamandan bugüne kadar üç bin yıl geçmiş olmasına rağmen Firavun’un vücudu bozulmamış, etleri dökülmemiş, tüyleri kaybolmamış hâliyle secde eder vaziyette Londra’daki meşhur British Museum’da sergilenmektedir. Musa aleyhisselam Kızıldeniz’i geçtikten sonra İsrailoğullarını Ken’an diyârına doğru götürdü. Yolda putperest bir kavmin yurduna uğradılar. Bu kavmin mensupları öküz sûretinde yapılmış bir puta tapıyorlardı. Onların bu hâlini gören İsrailoğulları onlara meyl ettiler. Hazret-i Musa’ya; “Yâ Musa! Onların tanrıları gibi bize de bir tanrı yap.” dediler. Hazret-i Musa onlara; “Siz câhil bir kavimsiniz. Allahü teâlâ size nîmet ve kurtuluş verdi. Allahü teâlâya îmân ediniz, şirkten ve putlardan kaçınınız…” diye nasîhat etti.

Allahü teâlâ Musa aleyhisselama bir kitap indireceğini vâdetmişti. Tûr Dağına çıkması bildirildi. Musa aleyhisselam kardeşi Harun’u (aleyhisselam) yerine vekil bırakıp kendisi Tûr Dağına gitti. Kırk gün Tûr Dağında kalıp ibâdet etti. Vâsıtasız olarak Allahü teâlânın kelâmını işitti. Bu sırada Tevrat kitâbı nâzil oldu. Musa aleyhisselam Tûr’da iken Sâmirî adında bir münâfık İsrailoğullarının ellerindeki altınları topladı. Eriterek bir buzağı heykeli yapıp “İşte! Sizin ilâhınız budur.” diyerek İsrailoğullarını aldatınca buzağıya tapmaya başladılar. Harun aleyhisselam her ne kadar nasîhat ettiyse de dinlemeyip ona karşı çıktılar. Musa aleyhisselam Tûr’dan dönünce bu hâle çok gadaplanıp Sâmirî’yi reddetti ve yaptığı buzağı heykelini yakıp denize attı. Sâmirî de insanlardan ayrı ve uzak, vahşî bir şekilde, başkaları ona yaklaşamadığı gibi, o da başkalarına yaklaşamaz hâlde yaşadı. Bu hâlde bulunan Sâmirî sahrâda perişan bir hâlde helâk oldu. Harun aleyhisselama bu durumu sorunca; “Nasîhat ettim dinlemediler. Az kaldı beni öldüreceklerdi.” dedi. Böylece hazret-i Musa’nın gadabı geçti. Onlara, kendisine Tevrat’ın indirildiğini bildirdi. İsrailoğulları da Tevrat’ta bildirilen hükümlerle amel etmeye başladılar. Putlara tapmaktan vazgeçtiler. Şirkten kurtulup Allahü teâlâya îmân ve ibâdet ettiler.

İsrailoğulları Tih Sahrasında kaldıkları sırada Musa aleyhisselamın bildirdiklerine uymayıp yine taşkınlık gösterdiler. Musa aleyhisselamdan çeşitli isteklerde bulundular. Allahü teâlâ Musa aleyhisselamın duası üzerine Tîh Sahrasında susuz kalan İsrailoğullarına su ihsân etti. Allahü teâlânın emriyle Musa aleyhisselam asâsını yere vurup on iki tâne pınar fışkırıp İsrailoğulları içtiler. Allahü teâlâ onlara “selva” denilen bıldırcın eti ve “men” denilen kudret helvası ihsân etti. Nihâyet; “Biz bunları yemekten usandık. Bakla, soğan gibi hubûbat ve sebze isteriz” dediler. Bu nîmetlere karşı nankörlük yapan İsrailoğulları, Musa aleyhisselamın Ken’an diyârında bulunan Cebbâr (zâlim) kavimlerle harp etmeleri isteğini de kabul etmediler.

Musa aleyhisselama; “Sen ve Rabbin cebbârlara karşı gidip savaş edin.” dediler. Musa aleyhisselamın akrabâlarından olan Karun, Musa aleyhisselama karşı iftirâda bulunduğu için malları ve servetiyle yerin dibine battı. İsrailoğulları böyle taşkınlıklar gösterdikleri için Allahü teâlâ onları kırk sene müddetle Tîh Sahrâsında kalmakla cezâlandırdı. Kırk sene müddetle Tîh Sahrâsında şaşkın ve perişan bir hâlde dolaşan İsrailoğulları, perişan hâlde telef oldular. Nihâyet aradan epey bir zaman geçip İsrailoğullarının çocukları itâatkâr ve savaşacak bir tarzda yetiştiler. Bu sırada Harun aleyhisselam da vefat etti. Musa aleyhisselam İsrailoğullarını alıp Lut Gölünün güney tarafına getirdi. Buradan da hareket ederek Üç bin Unk adında zâlim bir kralın ordusu ile savaş yapıp gâlip geldiler. Böylece Şeria Nehrinin doğusuna sâhip oldular. Eriha şehrinin karşısındaki dağa çıktılar. Buradan Ken’an diyârı gözüküyordu. Bu sırada yüz yirmi yaşında bulunan Musa aleyhisselam vefat etti.

Musa aleyhisselamın nerede vefat ettiği ve kabrinin nerede olduğu husûsunda muhtelif rivâyetler vardır. Kudüs civârında veya Nebû Dağında olduğu bu rivâyetlerdendir. Hazret-i Musa’nın şerîati (bildirdiği dîni) hazret-i İsa’nın gönderilmesine kadar devâm etti. İkisi arasında gelen peygamberler hep Musa aleyhisselamın şerîatı ile amel etmekle mükellef oldular. İsrailoğulları daha sonra Tevrat’ı değiştirip hak dinden uzaklaşıp yetmiş bir fırkaya ayrıldılar. Bunlara Yahudiler denilmiştir.


Ayetel Kürsi ve Anlamı

Bakara suresinin 255. ayetidir. İçinde “kürsi” kelimesi geçtiği için bu ayete “Ayete’l-Kürsi” denilmiştir. Bu ayet, Allah’ın (c.c.) yüce sıfatlarını ve eşsiz kudretini anlatmaktadır.

Ayet-el Kürsi'yi Dinle 🔊

Okunuşu:
Bismillahirrahmanirrahim
Allahü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm.
Lâ te’huzühû sinetün ve lâ nevm.
Lehû mâ fissemâvâti ve mâ fil ard.
Men zellezî yeşfeu indehû illâ bi iznih.
Ya’lemü mâ beyne eydîhim ve mâ halfehüm.
Ve lâ yuhîtûne bi şey’in min ilmihî illâ bimâ şâe.
Vesia kürsiyyühüs semâvâti vel ard.
Ve lâ yeûdühü hıfzuhümâ.
Ve hüvel aliyyül azîm.


Anlamı:
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.
O daima diridir, bütün varlığın iradesini yürütendir.
Onu ne uyuklama tutar, ne de uyku.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur.
İzni olmadan huzurunda şefaat edecek olan kimdir?
O, kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir.
Onlar ise O’nun dilediği kadarından başka ilminden hiçbir şey kavrayamazlar.
O’nun sonsuz kudreti gökleri ve yeri kaplar.
Onları görüp gözetmek O’na ağır gelmez.
Gerçekten yüce ve büyük olan yalnızca O’dur.